Meselenin bu noktasında önemli bir hatırlatmamız olacak... Batılılar, "Hak verilmez, alınır!" derler. Cidden önemli bir sorudur bu... Hak "verilir" midir, yoksa "alınır" mıdır? Yâni insanlar, hak sahiplerinin hakkını hep kendi rızaları ve reyleriyle mi onlara verirler; yoksa hak sahipleri mi kendi haklarını aramalı ve almalıdır?! Bir görüşe göre hak alınmaz, verilir... Başkasının hakkına konan birisi, onu hak sahibine iade etmelidir, bunu yaparsa görevini yerine getirmiş, hakkı teslim etmiş olur. Ancak, bunu yapmaz ve gasbettiği hakkı sahibine iade etmezse bu durumda yapacak birşey de kalmaz; yâni hak sahibi, hakkını zorla alma hakkına sahip değildir!...
Kısacası, hak "alınır" değil, "verilir"dir demektedirler...
Bugünkü Hıristiyanlığın temel ilkesidir işte bu. Şöyle demektedir Hıristiyanlık, hak sahibine: "Senin hakkının geri verilmesini isteyeceğiz; hakkını verin ona diyeceğiz, bunu rica edecek, gerekirse yalvaracağız... Ama sakın ola ki sen, hakkını elde edebilmek için kıyam etmeyesin!... Bu, insanlığın şanına yakışmaz; hakkını elde edebilmek için zora başvurman, insanca ve medeni bir davranış olmaz! Çünkü hak, alınmaz; verilir!..."
Evet, Hıristiyanlığın görüşü budur!...
Kimilerine göreyse, hak verilmez, ancak alınır. Çünkü, "Birinin hakkını elinden alan kimsenin onu kendiliğinden tekrar geri vermesi mümkün müdür? derler...
İslam nazarında ise hak, "hem verilir, hem alınır"dır. Yâni hakkı aramak için her iki cephede mücadele verilir, İslam'ın "hakk arama" anlamı budur. İşi gasbedenin vicdanına bırakmadığı gibi gasba uğrayanın çabasına da terk etmez... İslam'ın kendine has talim ve terbiyesi vardır. Bununla kişiyi eğitir ve başkasının hakkına tecavüz etmemesini, etmişse hakkı hak sahibine iade etmesi gerektiğini öğretir ona; haktan, haklıdan yana olması gerektiği anlayışıyla yetiştirir Müslüman'ı. Ancak, bununla da yetinmez ve meseleyi bütünüyle onun vicdanına havale etmez; hakkı elinden alınana, hakkını araması gereğini hatırlatır ve ona, "Hak verilmez, alınır; sen de hakkını alabilmek için çalış ve gerekirse kıyam et, hakkını gasbedene karşı ayaklan!"der.
Hz. Ali'nin (a.s) Malik-i Eşter'e yazdığı meşhur mektubunda, Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) rivayet etmiş olduğu pek güzel bir hadis-i şerif vardır:
"Allah'ın salatı ona ve soyuna olsun, Resulullah'tan bir değil, bir çok yerde şu hadis-i şerifi duydum: Zayıfın güçlü karşısında kekelemeksizin, dili ağzına dolaşmaksızın dikilip hakkını isteyemediği bir toplum ne temizliğe ulaşır, ne kutluluğa varır!"
Yukarıda zikredilen hadis-i şerifte pek hassas bir nüans vardır, "dili dolaşmadan, ürkmeksizin hakkını istemek"ten söz edilir... Yâni hakkını aramayan "zayıf"ı, zayıf olarak tanımaz; onun bu davranışını şiddetle kınar ve reddeder. İnsanların, kendi haklarını dahi talep edemeyecek kadar zayıf -bir ruh yapısına sahip- oldukları bir topluma, İslami toplum denilemeyeceğini söyler.
Büyüklerimiz nasıldı geçmişte? Kendilerine "üstün insan" dediğimiz kamil örneklerimiz nasıl insanlardı? Kemalin en üst mertebesine varan, mahlukatın en üstünü olan Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) efendimiz nasıldı acaba? Efdal-ı mahlukat olan o eşsiz insanın en belirgin özelliklerinden biri ruhi ve bedeni açıdan güçlü oluşu değil miydi? Tarih onun ruhi açıdan güçlü oluşunu göstermektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder