24 Şubat 2020 Pazartesi

Ehli Sünnet’e göre sahabe masummu?

Ehl-i Sünnet’e göre sahabe masum mu?
İmamiyye Şiası, oniki imamın[*] masum olduğunu kabul ettiklerinden dolayı, Ehl-i Sünnet alimleri tarafından sürekli ve acımasız biçimde eleştirilir. Ehl-i Sünnet, bu “masumiyet” fikrinin akıl ve mantıkla bağdaşmayacağını, üstelik dinimize aykırı olduğunu hep söyler durur. (Bu fikrin akla mantığa aykırı bir yanının olmadığını,
Ehl-i Beyt’in de içinde yer aldığı oniki imamın masum olduklarına dair Kitap ve Sünnet’ten pek çok delilin bulunduğunu diğer bölümlerde ele alacağız.) Peki Ehl-i Beyt mektebini bu derece ağır eleştiren Ehl-i Sünnet, sahabenin tamamını adil ve güvenilir sayarken, acaba onlara gerçekte hangi gözle bakıyor? Bununla sahabenin hepsine masumiyet vermiş oluyor mu, olmuyor mu?

Bu sorunun doğru cevabını bulabilmek için, öncelikle Ehl-i Sünnet alimlerinin kendi ifadelerine yer vermekte fayda var.

İbn’ül-Enbari diyor ki:
“Sahabenin tamamının adil olduklarından kasıt, onların masum ve günah işlemelerinin imkansız oluşu değildir. Maksat “adil ve temiz” olup olmadıklarını araştırmaya zahmet etmeksizin, rivayetlerinin makbul olduğudur. Bu durum, adaletlerini düşürecek bir cürüm işledikleri sabit olmadığı sürece böyledir. Zaten öyle bir şey de sabit olmamıştır!”[2]

İbn’ün-Neccar, Hafız es-Sehavi ve Muhammed Ali eş-Şevkani tarafından da benimsenen[3] bu yorumdan şu dört husus anlaşılıyor:
a) Sahabenin hepsinin adil olmalarından maksat, durumlarını, güvenilir olup olmadıklarını hiç araştırmaksızın onlara peşinen güvenmek ve rivayetlerini koşulsuz kabul etmektir. Çünkü onlar yalan konuşmazlar ve Allah’ın Rasûlü’ne (s.a.a) yalan isnat etmezler.
b) Buradan, sahabenin toptan “masum” ilan edildiği anlaşılmamalıdır. Sahabe masum olmadığı için, günah işlemeleri muhal değildir.

c) Bir sahabinin rivayetinin kabûlü, adaletini zedeleyen, güvenilirliğine gölge düşüren bir cürüm işlediği tespit edilmediği sürece geçerlidir. Aksi halde rivayeti kabul edilmez.
d) Sahabeden hiçbirisi, adalet ve emanetlerini zedeleyen bir cürüm işlememiştir.
Sahabeden hiçbirisinin adaletini zedeleyen bir cürüm işlemediğini iddia etmek, kafayı kuma sokmakla eş değerdir. Kitap, sünnet ve tarih bu iddiayı tamamen çürütmekte, onlardan birçoğunun işlediği suçları gözler önüne sermektedir. (Ehl-i Beyt mektebinde sahabe konusuna ve III. Bölüm’e bakınız.) Bu durumda d şıklı iddianın hiçbir doğruluğu kalmamakta, böylece c şıklı yoruma bağlı olarak, sahabe içinde rivayetleri kabul edilemez kişilerin de varlığı ortaya çıkmış olmaktadır. Gelelim masumiyet olayına:

Doğrusunu isterseniz, yaşayan ve yaşamayan bütün Ehl-i Sünnet mezhepleri “masumiyet” fikrine şiddetle karşı. Aksi halde İmamiyye mektebini “masumiyet” düşüncesi dolayısıyla neden eleştirsinler ki! Ehl-i Sünnet sahabeyi toptan adil kabul etmenin hiçbir sûrette “masumiyet” anlamına gelmediğini ısrarla belirtir, durur. Onlara göre maksat, yukarıda da belirtildiği gibi, “günahsız” oldukları değil, “güvenilir” olduklarıdır. Sahabe o yüzden yalan konuşmaz ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) ağzından yalan yere hadis rivayet etmez! Dolayısıyla onların rivayeti –tabii ki diğer ravileri de güvenilir olmak kaydıyla– tereddütsüz kabul edilir.

Ancak sahabenin top yekun güvenilir olduklarını; onun için de asla yalan konuşmayacaklarını ve Allah’ın Rasûlü’ne (s.a.a) hiçbir sûrette yalan isnat edemeyeceklerini iddia edebilmek için; gerçekten kör ve sağır olmak gerekir. Sorarım sizlere: Hile ve desisede ustalaşmış, tahkim hadisesinde verdiği sözü çiğneyen bir Amr’a, bir Muğira’ya nasıl güvenebilirsiniz? Hz. Peygamber’e karşı küstahlaşan, Halife Ömer döneminde Medine’de şarap ticareti yapan bir Semura’ya, Ehl-i Beyt’e sövgü ve laneti camilerin minberlerine taşıyan bir Muaviye’ye ve onun sahabeden olan yardakçı, barbar komutanlarına nasıl güvenirsiniz Allah aşkına? Bütün bu olup bitenlere rağmen, onları yine de “yalan”dan uzak düşünmek; şayet inat değilse, büyük bir saflıktır! Kaldı ki, Müslüman görünümlü sahabeden birçoğunun yalan hadis rivayetine adlarının karıştığını ileride III. Bölüm’de göreceğiz. Gelelim masumiyet olayına:

Demin de ifade ettiğimiz gibi, Ehl-i Sünnet “masumiyet” fikrine şiddetle karşı çıkıyor ve bu karşı çıkışı İbn’ül-Enbari net biçimde ifade ediyor. Fakat Ehl-i Sünnet’in masumiyet fikrine karşı çıkışı, ayakları yere basan bir çıkış mıdır, yoksa sadece “lafta kalan” bir savunma mıdır? Bunu anlamak için, onların pek ön plana çıkmayan beyanlarına bakmak gerekir:

1. “Sahabenin, adaletlerini zedeleyen bir cürüm işledikleri sabit olmamıştır.”
Ehl-i Sünnet alimleri bu sözü genellikle sahabenin toptan adaletini savunurken söylüyorlar. Önce sahabenin tamamının adil ve güvenilir olduklarını; o yüzden de durumlarını araştırmaya hiç gerek duymadan, rivayetlerinin kayıtsız şartsız kabul edilmesi gerektiğini belirtiyorlar. Ardından ekliyorlar: Ancak bu durum, onların adaletlerini zedeleyen bir cürüm işledikleri sabit olmadığı sürece geçerlidir. Zaten böyle bir şey de vuku bulmamış; adaletlerini ortadan kaldıran, güvenilirliklerine gölge düşüren bir suç işledikleri tespit edilememiştir.

Az yukarıda adı geçen İbn’ül-Enbari’nin yanı sıra; Hatib el-Bağdadi, el-Ğazzali, Hafız es-Sehavi ve eş-Şevkani[4] tarafından da benimsenen bu sözlerden, sahabeden hiçbirisinin adaletlerini yok edecek, güvenilirliklerine gölge düşürecek hiçbir cürüm işlemedikleri anlaşılıyor. Sorarım sizlere; bu sözler sahabenin günah işlemediğini ve dolayısıyla “günahsız” olduklarını itiraf değil mi? Onların “günahsız” olduklarını itiraf ettikten sonra, “masum” deyimini kullanıp kullanmamak neyi değiştirir?

2. “Bizler, masumiyeti yalnızca peygamber ile ve onun masum olduğuna tanıklık ettiği kimselerle sınırlı tutuyoruz. Ama bütün sahabeye karşı da hüsn-ü zanda bulunmaya ve onlardan her çeşit rezaleti uzaklaştırmaya memuruz. Şayet bunun için bütün te’vil yolları tıkanırsa, o takdirde bu yalanı ravilerine yükleriz!”

Malikilerin meşhur otorite hukukçularından Ebû Abdillah el-Mazeri’ye ait olan ve yine Malikilerden Qadi Iyad ile Şafiilerden en-Nevevi tarafından[5] da benimsenen bu sözler size neyi ifade ediyor? Sözün başında masumiyetin yalnızca peygamber (s.a.a) ve onun masum olduğuna tanıklık ettiği kimselerle sınırlı olduğu belirtiliyor. Bu çok doğru ve yerinde bir söz. Sahabeye karşı hüsn-ü zanda bulunmaya da diyeceğimiz yok. Çünkü sû-i zanda bulunmak sıradan Müslümanlar hakkında olsa bile haramdır. Dolayısıyla dinimizde asıl olan, herkes için hüsn-ü zanda bulunmaktır zaten. Ancak “onlardan her tür rezaleti uzaklaştırmaya memuruz.” da ne demek? Bu söz “Sahabe hiçbir zaman rezalet çıkarmaz” anlamına gelmez mi? Zaten hemen arkadan gelen “Şayet bütün te’vil yolları tıkanırsa, o takdirde bu yalanı ravilerine yükleriz!” sözleri de bunu ifade ediyor. Buna göre sahabe asla rezalet çıkarmaz. Haram işlemez. Allah ve Rasûlü’ne karşı gelmez. Onların rezalet çıkardığına, suç işlediğine dair rivayetlere gelince; onları bir şekilde yorumlayarak (te’vil) hedefteki sahabeyi kurtarmak icap eder. Şayet denenen bütün yollara rağmen kurtarılamıyorsa; o takdirde rivayetlerin “uydurma” olduğuna karar verilip; onları senetteki ravilerin uydurduklarına kanaat getirilir...

Allah aşkına söyleyin! Bütün bu sözler sahabeyi toptan “masum” ilan etmekten başka ne anlama gelir? Sahabeyi “hiçbir zaman suç işlemez” olarak tanımlayan ve onların suç işlediklerini ifade eden rivayetleri “uydurma” diyerek kolayca mahkum eden Ehl-i Sünnet “masumiyet” kelimesini kullanmaktan niçin bu kadar korkuyor ki? Acaba “korkulan” o deyimin yerine hemen aynı şeyi ifade eden bir başka deyim kullandıklarında kendilerini nasıl emin hissedebiliyorlar!?
Acaba Ehl-i Sünnet alimlerine bu memuriyeti kim verdi; gerçekten çok merak ediyoruz. Allah’ın kitabı elimizde; içinde öyle bir emir yok! Allah’ın Rasûlü’nün de böyle bir talimatı olmadığına göre; onlar kendilerine “görev” mi çıkarıyorlar dersiniz?

3. “Ulemanın beyanına göre; görünürde bir sahabiye müdahale eden (sataşan) bütün hadislerin te’vili icap eder!”
Bu söz de Şafiilerin meşhur hadis ve fıkıh alimlerinden en-Nevevi’ye ait.[6] en-Nevevi, sözünün başında bunun şahsına ait bir görüş olmadığını belirtirken de haksız değil. el-Ğazzali, el-Amidi gibi önde gelen kelam ve usul alimlerinin de aynı tezi hararetle savunduklarını biliyoruz.[7]

Mahiyet bakımından bir öncekinden pek farkı olmayan bu söz de, sahabenin eleştiriyi hak edecek hiçbir şey yapmadığını peşinen ortaya koyuyor. Peki, elimizde onların suç işlediklerini ispat eden rivayetler varsa ne olacak? Çözüm elbette hazır: O rivayetlerin hepsini bir şekilde yorumlamak gerekir. Yeter ki sahabe temize çıksın!

Ehl-i Sünnet ulemasının, böyle rivayetleri yorumlarken, yapılan yorumların mantıklı olup olmamasına pek önem vermediklerini ileride örnekleyeceğiz. (Sahabeden Semura b. Cündeb’in şarap ticareti yaptığına dair rivayete getirilen yorum gibi.) Bu söz de tıpkı yukarıdakiler gibi masumiyeti çağrıştırmıyor mu? Çağrıştırmak ne kelime; bu düpedüz masumiyet değil mi?

4. Sözde İslam’a girdikten sonra da Allah’ın Rasûlü’ne (s.a.a) ileri derecede saygısızlık ettiği ve münafıklarla işbirliği yaptığı için Taif şehrine sürülen Hakem’in, Mervan adında kendisi gibi şirret bir oğlu var. Peygamber Efendimiz (s.a.a) tarafından babasıyla birlikte lanetlenen Mervan-’ın, bilhassa Osman’ın halifeliği döneminde çevirmediği dolap kalmadı. Yani yerinde de göreceğimiz gibi, “sabıka” dosyası oldukça kabarık! Ayrıca, Peygamber Efendimiz’in (s.a.a) vefatı sırasında küçük yaşlarda olduğu için sahabeden olup olmadığı da tartışmalı. Bakın Hafız İbn Hacer el-Asqalani ne diyor onun hakkında:

“Mervan, eğer Allah’ın Elçisi’ni (s.a.a) gerçekten görmüşse; o takdirde onun aleyhinde konuşanlara itibar edilmez!”[8]

Şafiilerin son dönem hukukçularından İbn Hacer el-Heytemi ise işi daha da ileri götürüyor ve “Rasûl-i Ekrem’in (s.a.a), Hakem ile oğlu Mervan’ı lanetlemesi, onlara zarar vermez!!!” diyerek başlıyor söze.[9] Ardından da Peygamber Efendimiz’in (s.a.a) onları haksız yere lanetlemiş olabileceğini ifade eden, karşı savunmaya geçiyor!!!
Saygıdeğer, sağduyulu okuyucularım! Bu “ibretlik” sözlere, “hezeyan” dersek; yanlış mı olur? Bu yolla, şirretliklerini cümle aleme ispat etmiş kişileri korumaya çalışanlar, Allah’tan korkmazlar mı? “Mervan sahabeden sayılırsa...” ne demek? Buna göre bir kişi ne halt karıştırırsa karıştırsın; sahabi olduktan sonra mesele yok; öyle mi?

5. “Sahabeden hiçbirisi, başkaları işlediğinde fasık olacağı bir şeyler yaptığında fasık olmaz!”
Şafiilerden Ali b. Burhaniddin el-Halebi, “Sahabe büyük günahlardan birisini işlese de bu yüzden tevbe etmeleri gerekmez! Zira o günah Allah tarafından bağışlanmış olarak vücûda gelir!”[10] diyor ve ardından tarihe geçecek olan şu sözü sarfediyor: “Sahabeden hiçbirisi, başkaları işlediğinde fasık olacağı bir şeyler yaptığında ...”[11]

Bu hezeyanların mahiyetçe yukarıdakinden hiçbir farkı yok! Demek ki, sıradan bir Müslüman haksız yere cinayet işlerse katil oluyor; ama bu suçu bir sahabi işlerse katil olmuyor! Zina eden bir zampara, sıradan bir Müslümansa “zani” sayılırken, aynı haltı karıştıran bir sahabi “zani” sayılmayacak! İçki içen, kumar oynayan, verdiği sözde durmayan bir Müslüman büyük günah işlemiş sayılırken, bunları bir sahabi işleyecek olursa günahkar olmayacak! Oh! Sahabi olmak varmış!
Oysa Kur’an-ı Kerim, Rasûl-i Ekrem’in (s.a.a) hanımlarını, şayet bir yanlış yapacak olurlarsa; başkalarına öngörülen cezanın iki katını hak edeceklerini haber vererek, ciddi biçimde uyarıyor. [Ahzab: 30]

Sahabeye her şeyi mübah gören “ibahiyeci” bu hezeyanlar, dikkat ederseniz sıradan kişilerin ağzından çıkmıyor. Bunlar, yazdıkları yalan yanlış şeylerle, bu gariban ümmeti asırlardır uyutan “alim müsveddelerine" ait! Bütün bunlar, Ehl-i Sünnet'in sahabe hakkında, son derece çirkin bir masumiyet anlayışını “el altından” kabul ettiklerini göstermeye yetmez mi?
İşin garibi, Ehl-i Sünnet bu masumiyeti, hassaten cürümü meşhûd olan sahabiler için düşünüyor! Örneğin haksızlığa karşı ayaklanan sahabeyi (örneğin Osman’a karşı ayaklananları) nasıl lanetleyip yerden yere vurduklarını ileride göreceksiniz!

6. Ehl-i Sünnet’e göre hiçbir şeyin sahabiliğe denk olmadığını daha önce ifade etmiştik. Ehl-i Sünnet’in bu yaklaşımını “efsaneleştiren” meşhur birisi var: Abdullah b. Mübarek. Rivayete göre, Ehl-i Beyt’e (Ali ve çocuklarına) yapılmadık eziyet bırakmayan ve Allah’ın tertemiz kıldığı o aileye sövgü ve laneti cami kürsü ve minberlerine taşıyan Muaviye ile, saltanata geldiğinde bu bid’ate son veren Ömer b. Abdilaziz’den hangisinin daha üstün olduğu soruluyor kendisine. O da şu cevabı veriyor:

“Allah’ın Rasûlü (s.a.a) ile beraber olduğu sırada Muaviye’nin atının / eşeğinin burnuna giren toz tanecikleri bile, Ömer b. Abdilaziz’den bin kat daha üstündür!!!”[12]
Ona göre bir kimse, ilim ve takvada, Allah’ın dinine bağlılıkta ne kadar ileri giderse gitsin; çuvallar dolusu sabıkası olan Muaviye’nin bir atının (yahut bir eşeğinin; ne fark eder ki!) burnuna takılan bir toz taneciği kadar olamıyor! Görüyor musunuz şu masumiyeti? Sahabeyi (özellikle de sabıkalı olanları) bu derece kutsayan zihniyet, “masumiyet” kavramını kullanmaktan ısrarla kaçadursun bakalım! Bu kaçış ne kadar sürecek ve gerçekler ne kadar saklanabilecek!?

7. Ehl-i Sünnet hadis alimleri, bilhassa hadis tenkitçileri, sahabeden olmayan ravilerden söz ederken, gayet siqa ve güvenilir olsalar bile, şayet varsa hafıza zayıflıklarına da değinirler. Örneğin, hadis ravilerinin durumlarından bahseden “rical” kitaplarında “Siqa bir ravi; ancak hafızası zayıf.”, “Siqa bir kişi; ne var ki, arada bir hatalar yapar.” ve “Sadûq; ama hafıza bakımından zayıf birisi.” gibi yargıları sıkça görürüz.[13] Sıradan hadis ravileri hakkında bunları rahatlıkla söyleyebilen Ehl-i Sünnet alimleri, sahabeden hiçbirisi hakkında bu tarz hükümlere hiçbir zaman yer vermezler! Sahabenin hadis rivayetindeki yerlerini konu edinen hiçbir kitapta “Bu sahabi hadiste bazen hata yapar.” ya da “Bu sahabinin hafızasında zayıflık var; o yüzden bazı münker rivayetleri mevcut.” gibi hükümlere rastlayamazsınız!

Acaba Ehl-i Sünnet inancında, sıradan raviler “hadis rivayetinde” hatalar yapabiliyor da, sahabe neden yapmıyor? Yoksa onların hafızası da mı –tıpkı kendileri gibi– kusursuz? Onlar da insan olduklarına göre; unutamazlar mı? Duydukları hadisleri naklederken hiç mi yanılıp hata etmezler? Bütün bunlar, onların “hatadan da beri” olduğu anlamına gelmiyor mu? Bu da bir tür masumiyet değil mi?

Kısacası Ehl-i Sünnet, istediği kadar “Biz, Peygamber (s.a.a) ile onun masum olduğuna tanıklık ettiği kimseler dışında hiç kimsenin masum olduğuna inanmıyoruz.” desin; hepsi havada kalır. Onlar, teorik olarak bunu kesinlikle kabul etmediklerini söylerlerken, pratikte “onbinlerce” masum yarattıklarını kimlerden gizleyebilirler ki?

Buradan, Ehl-i Sünnet’in sahabenin masumiyeti fikrine karşı çıkışlarının tamamen lafta kaldığı ve gerçeği yansıtmadığı söylenebilir.
Ehl-i Beyt mektebi, –Hz. Peygamber (s.a.a) ve kerimesi Fatıma ez-Zehra (a.s) ile birlikte– sadece “on dört” kişiyi masum kabul ettikleri için kıyameti koparanların içine düştükleri durumu görüyorsunuz! İşin ilginç yanı, İmamiyye’nin “masum” olduklarına inandığı bu sayılı kişiler, zaten tertemizler. Dönemlerinde sürekli ilim irfan kaynağı olmuş, düşmanlarının bile kendilerinde leke bulamadığı, önlerinde eğilmek zorunda kaldığı seçkin şahsiyetler. Ehl-i Beyt mektebi böyle kişilere masum diyor. Peki Ehl-i Sünnet’in “masum” addettiği sahabiler öyle mi? Göreceğiz...

________________________________________
[*]- Oniki imamın kimler olduğunu konusu çoğunlukla bilinmektedir.
[2]- ez-Zerkeşi, el-Bahr’ul-Muhit: IV, 300; es-Sehavi, III, 115; eş-Şevkani, 62
[3]- İbn’ün-Neccar, II, 475; es-Sehavi, III, 115; eş-Şevkani, 62
[4]- Hatib el-Bağdadi, 49; el-Ğazzali, I, 164; es-Sehavi, III, 115; eş-Şevkani, 62
[5]- el-Mazeri, el-Mu’lim bi-Fevaid-i Müslim: III, 18; Qadi Iyad, Şerhu Müslim: VI, 77~78; en-Nevevi, Şerhu Sahih-i Müslim: XII, 72; Davudoğlu, VIII, 505
[6]- en-Nevevi, Şerhu Sahih-i Müslim: XV, 175; Davudoğlu, X, 247
[7]- el-Ğazzali, el-İqtisad: s. 108~109; el-Amidi, Ğayet’ül-Meram: s. 390~391
[8]- İbn Hacer, Muqaddimetü Feth’il-Bari: s. 443 (= Mervan b. Hakem mad.)
[9]- es-Savaiq’ul-Muhriqa: s. 181 (11. bab: 1. fasıl, 5. maksad)
[10]- el-Maverdi, İbn Ebi Cemre ve İbn Hacer el-Asqalani'nin "Bedre katılanlarla" ilgili bu sözleri için bk. Feth'ul-Bari: IV, 252, VII, 305~306, VIII, 480
[11]- es-Sirat’ül-Halebiyye: II, 215. Ayr. bk. es-Süyûti, Qût'ül-Muğtezi ala Cami'it-Tirmizi: I, 381;
eş-Şirvani, el-Haşiye ala Tuhfet'ül-Muhtac: IX, 171;
eş-Şebramellisi, el-Haşiye ala Nihayet'il-Muhtac: VIII, 15; Şemsülhaqq, XII, 185
el Halebi, kalın puntolu sözleri “el-Hasais es-Suğra” kitabından aldığını, onun da “Cem’ul-Cevami’” şerhinden naklettiğini belirtiyor.

Mezkur “el-Hasais” es-Süyûti’ye aittir ve meşhur “el-Hasais el-Kübra” adlı kitabının özetidir. Ve bu sözler orada aynen mevcut. (bk. el-Hasais es-Suğra: s. 236 = Feth'ul-Kerim el-Qarib adlı şerhiyle)
“Cem’ul-Cevami’” ise Tac es-Sübki’nin usûl-ü fıkha dair eseridir ve şerhten kasıt da el-Iraqi'nin şerhidir. (bk. es-Salihi eş-Şami, Sübül'ül-Hüda: X, 484)
Böylece bu sözün ilk sahibini de bulmuş oluyoruz: Zeynüddin el-Iraqi.

[12]- bk. İbn Kesir, el-Bidaye: VIII, 148; Ali el-Qari – el-Haffaci, Şerh’uş-Şifa: III, 430; el-Heytemi, es-Savaiq: s. 213, Tathir’ul-Cinan: s. 10~11

[13]- ez-Zehebi ile İbn Hacer’in eserlerinde buna dair binlerce örnek var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder